Açık Gazete’de Hrant Dink’in biyografisi “Hrant”ın yazarı Tûba Çandar konuğumuzdu. Tûba Çandar bize hem kitabın yazılış sürecini hem de bir kez daha Hrant Dink'i anlattı.
Tûba Çandar’ın yazdığı Hrant, Everest Yayınları tarafından geçtiğimiz yılın son aylarında yayımlanmıştı.
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 40 Mb.
14 Şubat 2011 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.
Açık Gazete’nin podcast servisine abone olmak için tıklayın.
Ömer Madra: Tûba Çandar’la birlikteyiz, Everest Yayınları’ndan yayımlanan Hrant Dink biyografisi Hrant hakkında konuşmak için. Epey de oldu aslında yayımlanalı, nihayet konuşma fırsatı bulabiliyoruz. Hoşgeldin Tûba.
Tûba Çandar: Hoş bulduk.
ÖM: İlk defa buraya geldiğini duyunca da doğrusu biraz üzüldük, çünkü daha önce de konuşacak şeylerimiz vardı, neyse telafi ederiz. Herşeyden öncemuazzam etkileyici bir kitap olduğunu düşünüyorum Hrant’ın, “her eve lazım” dedikleri türden ve kendi sesini aradan çıkararak da yapmış olman inanılmaz bir tablo ortaya çıkarıyor. Hem bilebildiğimiz tarzda bir biyografi bu, hem de çok farklı bir biyografi, ikisini birden yapmışsın, vallahi ne diyeceğimi bilemedim. Herhalde Hrant Dink’in eşi Rakel’in de kitabın başında yazdığı gibi görevlendirilmişsin gibi bir şey. Hoş geldin.
TÇ: Hoş bulduk. Çok teşekkür ederim, çok kıymetli bu sözlerin benim için, sağol.
ÖM: Binlerce tarafı var Hrant Dink’in, hem kişi olarak, hem temsil ettikleri olarak çok şey var konuşulacak, ama ben özellikle bir nokta üzerinde durmak istiyorum, ileride başka boyutlarını da konuşabiliriz. Hrant Dink’in öldürülmesi ve cenazesi, 4 gün arayla olan 2 şey, birçoklarımız için, benim için de şahsen öyle, dünyanın en umut kırıcı, en korkunç olaylarından biriydi, ama aynı zamanda cenazesinde de hiç Türkiye’den, kendi etrafımızdan ve kendimizden bile beklemediğimiz bir gücün doğmasına tanık olduk. Böyle bir mucizevi ikilem yaşandı. Ben şimdi özellikle Mısır devrimini de taze taze takip etmekten gelen biri olarak düşünüyorum; “Umudun Zaferi” başlıklı bir yazıyı daha bu sabah konuşuyorduk; “18 günlük kitle gösterilerinden sonra Mısır halkı 30 yıllık bir diktatörlüğü alaşağı etti ve gerçek bir özgürlük, haysiyet ve sahici demokrasiye fırsatın yolunu, penceresini de açtı. Ne olacak bilemeyiz ama bu umudun zaferi” diyor. Hrant Dink’i zaten tanıyorduk, dostluğumuz da vardı ve Açık Radyoda program bile yapmıştı Agos ilk kurulduğu zamanlarda. Yaşıtız aşağı yukarı zaten Açık Radyo olarak, ama kişi olarak sonradan kitaptan da okuduğumuz tastamam böyle bir umudun insanı, bir sembolü gibi geliyor. Bunu konuşmak istedim, yani paylaşma, dayanışma, yeni bir toplumun temellerini, tohumlarını atma yönünden. Yani “Yaşadığın yeri temiz bırak, yeni bir ülkedesin,” diye Mısırlılar söylemiş. Hrant da böyle bir insan. Ne diyorsun?
TÇ: Evet yaşadığı yeri temiz bırakan bir insan, gerçekten de çok doğru bir benzetmeyle girmiş olduk. Hatta Hrant’ın vurulup düştüğü o kaldırım da aslında hâlâ büyük bir sembol niteliği taşımayı sürdürüyor; çok temiz bir yer orası, o vurulup düştüğü yer de. Hrant aslında senin de dediğin gibi, yaşarken hepimize bir iyileşme fırsatı sundu, ben hep bunun üstünde duruyorum.
ÖM: Şifacı.
TÇ: Bir şifacı olduğunu düşünüyorum. Bizi dönüştürdü Hrant ve bunu yaparken de tıpkı o Tahrir Meydanı’ndaki insanlar gibi son derece doğal, son derece kendiliğinde ve son derece sahici bir şekilde yaptı bunu, hiçbir iddiası olmadan yaptı bunu. Belki de bu yüzden bu kadar etkileyiciydi. Düşünsene bize koskoca bir Ermeni meselesini anlattı, ama hep küçük insan hikâyelerinden yola çıkarak yaptı bunu. Dediğim gibi kırmadı, incitmedi ve bize gerçekten hem Ermeni meselesini anlattı, hem bizim bu meseleyle yüzleşmemizi sağladı, hem de bize iyileşme fırsatı sundu. Ben Hrant’ın bunu öldürülmesiyle de, öldürülme biçimiyle de yaptığını düşünüyorum hep. Agos’un önündeki kaldırımda cansız bedeniyle yatarken, o günden 1915’e bir köprü oluşturduğunu düşünüyorum ve o haliyle de anlatmayı sürdürdüğünü düşünüyorum. O yüzden Türkiye insanının vicdanında çok büyük bir yarılma oldu ve o yüzden dediğin gibi birkaç gün içinde 200 bin’i aşkın insan gene sokaklarda ve gene vakur bir şekilde, hiçbir taşkınlığa meydan vermeden, “Hepimiz Hrant’ız’, ‘Hepimiz Ermeni’yiz” diye o sloganları dile getirebildi. Bu da çok ilginçti çünkü sonuç olarak kendinden farklı olan bir insanla, bir Ermeni’yle böylesine bir özdeşleşmeyi Türk insanı ilk defa dile getirebildi.
ÖM: Evet müthiş paralellikler var. Çok zorlamak istemiyorum, taze heyecanını tabii atmamıza imkân yok Mısır devriminin, ama dünya çapındaki sonuçları 10 yıllarca dahi hissedilecek. Kitabının 22. sayfasında “Daha çocukluğunda kendilerine öğretildiği gibi ‘yaşadığın yeri temiz bırakacaksın’, Ermenilerin kuralı bu, yüzyıllardan beri” diye bir bölüm var. Bunu görünce dün akşam “Eh işte daha ne olacak?” dedim. Hakikaten hem onlar da “Şimdi devrim kutlamalarını yapıyoruz, devirdik adamı, gidip içelim, ne yapacaksak yapalım, ama sabaha buradayız, meydanı temizleyeceğiz” deyip yüzlerce twit attılar birbirlerine.
TÇ: Ve görüntüleri de gördük hepimiz, süpürüyorlar meydanı.
ÖM: Evet, graffitileri sabunlu suyla yıkıyorlar filan. Şimdi bu çok çok önemli bir nokta.
TÇ: Aynı şeyi ben Tuzla Ermeni Çocuk Kampı’na gittiğimde yaşadım, o okuduğun satırlar o bölümden satırlar.
ÖM: Mıntıka temizliği!
TÇ: Evet, o inanılmaz bir şey, çünkü bu Tuzla Çocuk Kampı aslında Hrant’ın yetimhanede kalırken, kimsesizler yurdunda kalırken, Gedikpaşa Protestan Klisesi Vakfı’nın arazisi üzerinde çocuk emeğiyle kurdukları bir kamp, bir yazlık kamp yeri. Çünkü klisenin sadece ufacık bir taş avlusu var ve bu çocukların bütün gün yaz sıcağında oynamaları için yeterli değil. O vakfın başkanı olan Hrant Küçükgüzelyan öncülüğünde bir girişim başlatılıyor ve bu çocuklar hep birlikte, yaşları 8 ila 12 arasında değişen küçücük çocuklar, Tuzla’ya gidiyorlar ve vakıflara ait bir arazinin üzerinde önce Kızılay çadırlarından başlayarak o çadırların direklerini çakarak, taş taşıyarak, çeşme açarak, su taşıyarak vs. bir kamp kuruyorlar. O kampın bulunduğu yere ben gittim; o kampta bulunmuş olan ve o kimsesizler yurdunda okumuş olan Ermeniler böyle bir organizasyon yaptılar, beni de davet ettiler, oraya gittim. Orada inanılmaz bir gün yaşadık çünkü o kampa 12 Eylül döneminde el konmuştu ve o koskoca arazi vakıf arazisi olduğu halde kimlere satıldıysa artık çevreden gelen villaların tasallutuna uğramıştı.
Mahir Ilgaz: Peki el koyma nedeni neydi kampa?
TÇ: El koyma nedeni tamamen askeri yönetimin azınlıklar üzerinde uyguladıkları ayrımcı politikalar sonucunda olan bir şey. Vakıf arazilerine Türkiye’deki her askeri darbe sonrasında, her askeri yönetim sırasında bol miktarda el konuluyor. Böyle bir uygulama var. Mesela Hrant’ın okumuş olduğu İncirdibi İlkokulu şimdi bir otopark, oraya da gittim gördüm, oraya da el konmuş. ‘Rovaran’ dediğimiz kimsesizler yurdu ki orası tam kimsesizler yurdu da değil aslında, Anadolu’dan getirilen Ermeni çocukların barındırıldıkları bir yer. Bu çocukların hepsi kimsesiz değil ya da hepsi annesiz babasız değil, hepsi yetim değil, ama Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Ermeniler 1915’ten sonra buralardaki bütün okullar ve kliseler kapatıldıkları için kendi kimliklerini geliştirmekten yoksun bırakılıyorlar. Hem mülksüzleştiriliyorlar hem de kimliksizleştiriliyorlar aslında. 1960’larda İstanbul Ermen Patrik’i Snork Kalusyan öncülüğünde bir girişim başlatılıyor ve bir takım rahipler, daha doğrusu oralarda zaten bulunan rahipler Diyarbakır, Mardin, Şırnak vs. gibi oraların ücra köylerinde bulunan Ermenilere ulaşmaya çalışıyor ve onların çocuklarını toplayarak İstanbul’a getiriyorlar. Çünkü İstanbul’da bilindiği gibi Lozan Antlaşması uyarınca okullar ve kliseler açık, açık kalmak zorunda. Dolayısıyla bunlara hem dini hem de dil eğitimi verilmesi mümkün olabiliyor ve bu çocukların barındırılması için bu Gedikpaşa’daki Ermeni Protestan Klisesi’nin altında 2 odalı bir yer kuruluyor. Orayı da gittim gördüm. Yurt filan deniyor, ama sadece minicik 2 odası olan bir yer; bir tanesinde oğlanlar bir tanesinde kızlar kalıyor, bir de ortak mutfak yemekhane karışımı bir mekân var. Orada bu çocuklar barındırılıyorlar ve o zaman varolan mesela İncirdibi İlkokulu gibi, Bezcan Ortaokulu gibi -Bezcan Ortaokulu hâlâ devam ediyor- okullara gönderiliyorlar ve böylece bunların Ermenice öğrenmeleri imkân dahilinde oluyor. Dolayısıyla bunlar tam yetimhane çocukları değil, ama annesiz, babasız bir arada oldukları için müthiş bir dayanışma duygusuyla yaşıyorlar.
ÖM: Evet paylaşma ve dayanışma.
TÇ: Yani müthiş zevkle çalışarak büyüyorlar.
ÖM: Şöyle bir alıntı yapacağım müsaadenle 56. sayfada galiba. Şeyi anlatıyor Hrant Dink kendisi, Güvercin Zeko’yu anlatıyor.
TÇ: Çok güzel bir yazıdır o.
?ÖM: “Posta güvercinimizdi o bizim, yüzü tıpkı bir güvercini andırırdı, dolu poşetle gelir boşaltır, boşalttığı poşeti de doldurur giderdi. Neyle mi? Diğer yetimhanelerde bulunan kardeşlerimize, akrabalarımıza, arkadaşlarımıza yazdığımız iki satır mektupla ve onlara götürmesi için istihkaklarımızdan ayırdığımız ciklet, meyve ve şekerlerle. Onlardan bize getirir, bizlerden ona götürürdü. Tuzla’daki Hofsep’in, Kalfayan’daki Meryem’e yazıp Zeko’ya teslim ettiği pusula dün gibi aklımda hala: Meyro nasılsan, ben eyiyem, gözlerinden öpirem. Zeko’a sakız vermişem çiğneyesen, beni unutmayasan.” Yani bundan daha etkileyici ne olabilir yani bütün bu ruhu, dayanışmayı ve bir komünite olmanın, topluluk olmanın, yani burada Ermeniliğin, herhangi bir şeyin önemi yok, sadece insan topluluğu olmanın önemi var. Çok önemli bir şey bu.
TÇ: Demin anlattığım organizasyonla o Tuzla çocuk kampına, yani şimdi yerinde yeller esen Tuzla çocuk kampına piknik yapmaya gittiğimizde ben oradaki insanlarda da aslında bu ruhun devam etmekte olduğunu gördüm. Aralarında Kapalıçarşı’da kuyumculuk yapanlar vardı, esnaf zanaatkar insanlar vardı, fakat hepsinde gördüğüm şey inanılmaz birbiriyle dayanışma, o döner tezgahı nasıl kuruldu, o çıkınlar nasıl açıldı, o şakalaşmalar nasıl başladı, ondan sonra o ilahiler nasıl söylendi, nasıl oradan Anadolu türkülerine geçildi, arkadan dediğim gibi o mıntıka temizliği nasıl yapıldı, o Armen marşıyla orası nasıl terk edildi inanılmaz her şey o çocukluktan kalma aslında o zaman, taa o zaman öğrenilmiş bir dayanışma ruhu.
ÖM: Ve asla dönüşü olmayan işte her zaman çıkabiliyor, yani Hrant’ın daha sonraki o ‘baron’ diye adlandırdığım bölümlerdeki iş kurmasında Hrant Dink’in filan gene sakatları çalıştırması, yani inanılmaz şeyler. Hep bu dayanışma
TÇ: Delileri, özürlüleri çalıştırıyor, hatta hala onların hem Agos’ta hem de Hrant’ın kardeşlerinin yürüttüğü Beyaz Adam kitap evinde özürlüler çalışıyor hatta ben kitabı yazdıktan sonra “o bölümü acaba çıkarır mısın, kimse alınmasın okurken” filan diye de benden rica ettiler. Yani Beyaz Adam’da hala çalıştırıldıklarının filan, böyle bir şey. Bunun cevabı da bilmiyorum orası dikkatini çekti mi okurken, şey diye veriyorlar “ne var herkes biraz delidir, biz de deliyiz zaten”.
ÖM: Aynen evet, koruyan, kollayan sıfatı her zaman var Hrant’ta, liderlik vasıfları erken gelişmişti yaşının büyüklüğünden ya da başka şeylerden diyor ama bence tayin edici yönü, onun toplumcu, sosyalist diyebileceğim ya da devrimci, Ermeni meselesini anlatan, ‘dengbej’ olması ya da işte Etyen’in de söylediği gibi “Kürtlerin dengbej’i neyse bizim hikaye anlatıcımızdı”. Bütün bunların hepsi var ama bana en çok vuran işte bu koruyan, kollayan, küçüklere yardım, sürekli olarak yani karısıyla da ilişkisi, çocuklarıyla, torunuyla ilişkisini filan anlatırlarken, aile bağlarında da olağanüstü bir sahicilik var. İşte kaçırıyor kızından, koca adam küçük oyunlara başvururdu biraz daha torunuyla birarada olabilmek için diye. Bence bunlar olağanüstü, tek başına bir toplumsal hareket sıfatı var 69. sayfada söylediğin. Yani bu kolektif ruh
TÇ: Aslında ben ‘tek başına toplumsal hareket’ sözcüğünü de çok önemsiyorum çünkü ben bu çalışmayı yaparken hep kendi kendime daha öldürüldüğü andan itibaren hepimizin kendi kendimize sorduğumu soruyu ben bu 3 yıl boyunca sürekli soruyordum: Niye Hrant, Niye Hrant’a kıydılar? Aslında Hrant tek başına bir toplumsal hareketti, ondan kıydılar. Bütün o 1915’ten sonra Ermenilere yaşatılanlar sonucunda ve cumhuriyet dönemindeki ayrımcı devlet politikaları sonucunda tamamen kendi kabuğuna çekilmiş, sindirilmiş olan Ermeni cemaatinde Hrant gibi bir sesin çıkması cemaatin kendisini bile şaşırtmış, altüst etmişti ve korkmuşlar, yani çoğu insan Hrant’ı desteklemekten korkmuş. Bu anlaşılır bir şey ama Hrant gerçekten ne Türkiye devletine yaranabilmiş, ne Patrikhane ve Patrikhane çevresinde kümelenmiş olan o çıkarca zümreye yaranabilmiş, ne o korkmuş ve sindirilmiş olan kesime tam olarak yaranabilmiş ama buna rağmen Agos’u çıkardığı o 10 yıl içinde, çıkarmakla başlayan ve ölümüne kadar süren o 10 yıl içinde tek başına bir toplumsal hareket oluşturmuş. Bu dehşet bir şey.
ÖM: Evet hakikaten dehşet bir şey ve bunun temelleri de tamamen toplumsallıktan geliyor, elini hiç kimsenin üstünden çekmiyor, ailesinden de çekmiyor, dava arkadaşlarından, meslektaşlarından da.
TÇ: Ve kitabı iki bölümde yazdım biliyorsun, çocukluğundan başlayarak Agos’un kurulmasına kadar olan dönem bir kitap oldu ona ‘Hrant Hrant’ adını verdim.
ÖM: Delibozuk.
TÇ: Delibozuk, delifişek, ikinci kitap ise Baron Hrant oldu, Agos’u kurmasından öldürülmesine kadar olan dönemi kapsadı ama dikkat çekici olan şey Hrant hayatının her dönemindeki arkadaşlarını hayatının sonuna kadar taşımış, onlarla ilişkilerini sürdürmüş, dediğin gibi onlardan elini kolunu çekmemiş.
ÖM: Süslü Bakmaz mesela Armenak’ın kardeşi Orhan Bak’ın şey diye söylüyor “Armenak’tan sonra Hrant elini hiç çekmedi benden, bacısı kaldım onun” diyor. İnanılmaz bir şey aslında.
MI: Dikkat çekici olan bir başka nokta da bu liderlik vasfı Ermeni cemaati için geçerli değil sadece, bu ülkede demokratikleşmeyi destekleyen tüm kesimler için o görevi görüyor ve belki de bu yüzden sizin dediğiniz gibi öyle bir lider olduğu için hedef alınıyor. Mısır’da örneğin öyle bir şey yok, lider olmaması oranın bir avantajı olarak gösterildi o hareketin. Tek başına toplumsal hareket olunca da bu şekilde
TÇ: O toplumsal hareket susturulmaya çalışılıyor tek bedende
ÖM: Ama pek çok bedene de yayıldı, devam ettiğini de söylememiz lazım.
TÇ: Evet.
ÖM: Bence tamamen umudun doğuşudur, yani en sıkıntılı dönemlerinde ki itiraf edeyim farkında değildim bunu ancak öldükten sonra söylüyorum ve utanç verici, çıkamayacak içimizden bir şey herhalde en azından kendi payıma fakat en sıkıntılı döneminde şimdi geriye dönüp baktığım zaman İngiliz konsolosluğundaki bir davette karşılaştık, son gördüğüm odur zaten, bir ara hemen yanıma gelip “Ömerciğim senin için ne yapabilirim?” dedi Açık Radyo için. Yani söylediği son laf bana bu, böyle bir insan yani. Yapılacak bir şey yok, tamamen vermeye, yani bu rekabetçi, bize öğretilen, özellikle 1980’den sonra adına ne dersek diyelim neo liberal değerler, vs. her zaman rakipler var, rekabet var ve suyun üstünde kalma, ötekileri itme anlayışı son haddine vardırılmış bir dünyada iken sadece vermeye dayalı, vermekten asıl kazançlı çıkacak bir ilişkiler ağını bu kadar şimdi nasıl ortaya koyduğunu çok, yani ben bu konuda bir şey de yazmaya çalışıyorum, bir türlü beceremiyorum, uzadıkça uzadı ama
TÇ: Aslında tabii şu da var belki, Hrant bu kadar çok verdiği için de bu kadar çok sevildi bence. Yani karşılıksız bir verme de değildi aslında, çünkü o kadar çok verdi ki onun kadar veren bir insan da ancak bu kadar sevilebilirdi. Bu çok önemli bir şey, Türkiye’de bu kadar siyasi cinayete tanıklık ettik biz maalesef ama hiçbir Hrant’ın öldürülmesinin doğurduğu vicdani yarılmayı ve Hrant’ın arkasından duyulan sevgiyi doğuramadı, o garip bir şey.
MI: Katarsistti bir anlamda o insanların sokağa
TÇ: Kesinlikle.
ÖM: Mesela bizim bu Açık Kitap diye bir şey çıkarttık işte 15. yılın hem radyonun kendi meselelerini hem de kendi kapsadığı meseleleri içine alan, orada programcımız, dostumuz ve yazar Halil Turhanlı’nın bir şeyi var, insanın dahi artık bir ‘şey’e indirgendiği metalar dünyasının yerine konan içten ve çıkarsız ilişkileri örgütlemek üzere kurulu bir armağan ekonomisi. Yani bu hepimizin hayatlarının çok büyük bir kesiminin bencillik ve rekabet ortamının tamamen dışında kalan ilkelere dayanarak cereyan etti. Hrant Dink ve bütün bunlar bunun en iyi göstergesi bence gerek Agos işi, gerek kendi kişiliği, aile ilişkileri ve dostlarıyla olan ilişkileri filan. Bu çok büyük bir umut aynı zamanda.
TÇ: Bir de tabii buradan bir adım ileri gidersek şunu da söylemek gerekiyor bence, Hrant’ın siyasi mücadelesinde ve siyasi çizgisine bakıldığında da aslında gene aynı şeyi görüyoruz. Hrant Ermeni cemaatinin, o sindirilmiş Ermeni cemaatinin cesur sesi olarak ortaya çıkıyor ama sadece kendi davasını üstlenmekle kalmıyor aynı zamanda Türkiye’nin, Türkiye toplumunun başörtü yasağından Kürt meselesine kadar bütün meselelerine sahip çıkıyor. Böyle bir örnek de yok Türkiye’de yani bir gayrimüslim azınlığın temsilcisi olarak ortaya çıkan bir adam kendini aşıyor ve başörtüsü sorununa da sahip çıkıyor. O aynı vericilik işte, aynı dayanışma ruhu, o aynı kendini aşma aslında Hrant’ın siyasi çizgisinde, siyasi davasını savunuş anlayış ve biçiminde de ortaya çıkıyor.
?ÖM: Bu açıdan gerçekten bir dönüm noktası sayılabilir yani yaşamı da ölümü de bunu fark etmemiz için maalesef öldürülmesini tam anlamıyla fark edebilmemiz için gerekti ama işte bir yerde diyor ki “çocuklara ve fakirlere hep düşkündü bilirsiniz” Ermenilerden biri anlatıyor mesela. Bundan daha sahici bir şey olamaz. Evet insanlar çocuklar ve yoksullarla ilgilenmelidir zaten, içinden en çok o gelir yani. Bütün o patrik babamız mesela muazzam bir şey o Kalustyan’la ilgili, bir ara kırılmıştı onun bir yolsuzluğa göz yumduğu kanaatinde söylemişler ve “ne yapalım idare et” filan demiş. Onu da etik olarak, korkunç kuvvetli bir etik tarafı olduğu için “patrik babamız bizi hayal kırıklığına uğrattı” diyor.
TÇ: Diyor ama ondan sonra o hayal kırıklığına rağmen aradan yıllar geçtikten sonra çıkardığı Agos gazetesinde yazdığı yazılarda gene patrik babamız diye anlatıyor Şnork patriği bize. Zaten Hrant’ın bütün önemi orada yani o sevgisi, Ali Bayramoğlu sanıyorum ilginç bir şey söylüyor kitapta “o kadar sevgi dolu bir insan aynı zamanda o sevgi yakıcıdır da, değdiğini yakar da” diyor. Yani patrikhaneyle ilişkisi aslında ileriki yıllarda Mutafyan yönetimindeki patrikhaneyle ilişkisinde öyle bir yakıcı sevgi görüyoruz. Ama Hrant aynı zamanda da çok bağışlayıcı tabii, yani çok affedici ve bağışlayıcı, o tarafı da çok güçlü.
ÖM: Kuvvetle “bize iyi öğretilmişti dualar” filan diyor ve “zor zamanımızda kullandık” diyor. İsa’nın da ne kadar bağışlayıcı, o yoksulların gerçek İsa’yı şey yapıyor aslında, yoksulların başkaldıran İsa’sı.
TÇ: Tabii, Hrant’ın inancı hiçbir zaman Rakel’in hristiyanlığı gibi bir hristiyanlık değil çünkü Rakel benim gördüğüm hayattaki en inançlı hristiyanlardan biri, sadece hristiyan değil en inançlı insanlardan biri. Hrant’ınki öyle değil ama dediğin gibi çocukluğunda melek rolü oynarmış mesela, koca kanatlarıyla melek rolü oynamaya bayılırmış. Aslında bence çok yakışan bir rol kendisine çünkü hayatı boyunca o rolü sürdürdü. Çocukluğunda öğrendiği tamamen o gene dayanışmaya, gene sevgiye dayalı bir hristiyan inancı var fakat sonra tabii işte lise yıllarında solculukla tanışıyor, o da 68 kuşağının sloganları onun okuduğu lisenin duvarlarını aşıyor o da solculukla tanışıyor ve kendisini ateist zannettiği dönemleri filan oluyor ama gene hayatının sonunda görüyoruz ki Hrant mezmurlara yani kutsal kitabın dualarına sığınıyor.
ÖM: O bitiş de müthiş tabii o bölüm de yani.
TÇ: Burada Baskın Oran’dan alıntı yapmak istiyorum, Baskın kitabı okuduğu zaman büyük bir heyecanla aradı ve kutladı o da ve dedi ki “inanamıyorum, en yakın arkadaşlarımdan biriydi ve ben onun dindar olduğunu bilmiyordum” dedi. “Dindar değil o, dindarlık değil, o başka bir şey yani aslında Hrant’ı tabii hepimiz o kadar yalnız bıraktık ve Hrant üzerinde o kadar büyük bir baskı hissetti ki, öyle bir kıskaca alındı ki gerek yargı, gerek basın kampanyaları, gerek ölüm tehditleri yüzünden orada bir sığınma, o çocukluğunun dualarına sığınma hali var.
ÖM: Mezmurlara sığınıyor, çok etkileyici buldum yani orayı da okurken, zor okuduğumu itiraf edeyim ama bence bunu belki de biraz gecikmeli olarak seninle konuşuyor olmamız artık süreyi sonuna getirirken bir faydası, her şeyden işte o hayır çıkıyor, ben de bunları enine boyuna biraz daha düşünme fırsatı bularak bunu konuşunca şimdi açıkçası umudun zaferi başlığı konmuş bu yazıdan Mısır’la ilgili dün çıkmış bir yazıda gördüğüm şey aynen Hrant Dink için de söylenebileceği kanaatindeyim. Bu işten umut ve insanlık, toplumsal dayanışma kazançlı çıkmıştır. Ne diyorsun?
TÇ: Tamamen katılıyorum ve şunu söyleyeyim, yani ben tabii bu kitabı yazdıktan sonra da hep Hrant’la yaşıyorum, yani yazmakla bitmedi kitap ve Tahrir Meydanı’nda olanları izledikçe bu 3 haftayı televizyon ekranlarına yapışmış bir şekilde hep onu düşündüm, Hrant olsaydı kalbi Tahrir için atardı.
ÖM: Aynen bunu ben söylemek istemedim ama senin söyleyeceğini, beni çünkü Mısır’la kafayı bozdu diye korkudan...
TÇ: Hepimiz bozduk!
ÖM: Ben hatta bugünkü konuşmaya da aynen böyle, çok mutlu olurdu bunu görmekten diye başlayacaktım ama korkudan başlayamadım. Tûba Çandar çok teşekkür ederiz, sağol. Bu ilk gelişin ama bundan sonra daha sıklaştırabiliriz ümidindeyim, konuşacak çok şey var.
TÇ: İnşallah. Çok teşekkür ederim Ömer Madra.